Searching...
26 Aralık 2017 Salı

Halim ve Selim 2: Yaratılış

HALİM – Dünyada her şeyin bir ‘neden’i, ‘nereden’i var. Hiçbir şey yoktan var olmuyor, her eylem başka bir eylemi, her özne başka bir özneyi varsayıyor. Bu zinciri en başına kadar takip edersek, bir noktada süreci sıfırdan başlatan bir özne, nihai bir Yaratan’ın varlığını kabul etmek kaçınılmaz görünüyor

SELİM – Bu “neden” ve “nereden” oyununa küçük çocuklar bayılır: “Baba bu elma nereden?” “Ağaçtan.” “Peki ağaç nereden?” “Tohumdan.” “O nereden geldi?” vb. Sanırım insan zihninin oluşumunda zorunlu bir aşama olmalı. Neden-sonuç zincirleri kurma yeteneği, birey ve tür olarak hayatta kalmamızın önemli koşullarından biri.

Yetişkin olunca o zinciri bir noktada “bilmiyorum” deyip kırmayı da öğreniriz. Bu da zihinsel gelişimin bir sonraki evresi olmalı. Neden-sonuç zincirlerini pratik ve bilinebilir olanla sınırlamayı bilmesek gene hayatta kalamazdık. “Bu aslan nereden geliyor, oraya nereden geldi, onu kim yarattı, Big Bang’dan buraya nasıl geldik” diye alık alık düşünürken aslanlara yem olurduk.

“Bilmiyorum” deme ferasetini gösterememek: sanırım Varlık Zinciri ya da İlk Sebep teorisyenlerinin sorunu bu. Bir takım şeylerin insanlar için bilinmez olduğunu ya da bilinebilir olsa da henüz bilinmediğini içlerine sindiremiyorlar. “Madem ki bilmiyoruz, demek ki Allah yahut Zeus yahut Gökkuşağı Ejderi[1] vardır” gibi sihirbazvari çıkarımlardan medet umuyorlar. Bilmiyoruz kardeşim. Cehlden ilim çıkmaz. Bilmediğimiz, binlerce yıldır kafa patlattığımız halde bilemediğimiz, koca koca bilim adamlarını aştığını iddia ettiğimiz bir mantıki paradoksa binaen evrenleri ve solucanları ve atomları yaratıp yok eden, kitaplar yazan ve yazdıran, mahkeme kurup katipler atayan, falan gezegendeki dişi mahlûkların kafalarına hangi bezi bağlayacağına karar veren dev bir mekanizma üretmekte ben hakikaten çocukça bir masal sevgisi görüyorum, ne dersiniz?

HALİM – Big Bang teorisi sizce evrenin yaratılışını açıklayabilir mi?

SELİM – Bu konuda fikir beyan edebilecek durumda değilim. İşin matematiği de, fiziği de beni aşar. Belli ki konuya vakıf olan, bilgisinden ve rasyonel düşünce yeteneğinden kuşku duymaya­cağımız bilim insanlarının kahir ekseriyeti Big Bang teorisinin açıklayıcı olduğunu düşünüyorlar. Baskın olasılıkla haklı olduklarını kabul etmekten başka şey gelmez elimden.

Buna karşılık Parmenides paradokslarının matematik yoluyla, ya da her hangi bir teori yoluyla nasıl aşılacağına dair ciddi kuşkular var kafamda. Big Bang teorisi o paradoksları aşıyor mu, ya da aşmaya teşebbüs ediyor mu, ya da o paradokslara nasıl bir yorum getiriyor, bunları bilmiyorum.

HALİM – Parmenides paradoksları derken?

SELİM – Ta 2400 yıl önce Eflatun’un tartıştığı mevzular. “Sınır” dediğimiz şey iki mekânı ayıran hattır. Dolayısıyla evrenin sınırı olamaz; çünkü her mekân, tanım gereği, evrenin parçasıdır. “An” dediğimiz şey iki zamanı ayıran noktadır. Dolayısıyla evrenin başlangıç anı olamaz; çünkü her anın bir öncesi vardır. Ya da en azından, insanoğlunun akıl aparatı, idrak melekesi, öbür türlüsünü kavramaya müsait değil.

HALİM – O halde Evrenin Yaratıcısı fikri bir mantıki zorunluluk haline gelmiyor mu? En azından Big Bang teorisine eşdeğer bir alternatif olarak kabul edilmesi gerekmez mi?

SELİM – Neden? Nasıl sıçrıyorsunuz böyle bir sonuca? “Bilmiyoruz” demek neyimize yetmiyor? “Bilmiyoruz, demek ki Rab Şiva yaratmış olmalı.” “Bilmiyoruz, o halde Zümrüdü Anka kuşunun yumurtasından çıktı.” Fantezi bunlar.

İhtimaller nedir, sayalım. En mütevazı yorumla, Sevan Nişanyan’ın aklı evrenin başlangıcı meselesine ermiyor. Daha ileri gidelim: Belki bugün ulaşmış olduğumuz seviyede bilim bu meseleye tatmin edici bir çözüm bulmuş değil, ileride bulabilir veya bulamayabilir. En radikalini düşünelim: Belki de insan aklı bu meseleyi hiçbir zaman çözemeyecek. Özetle, bilmiyorum, bilmiyoruz, ya da bilemeyeceğiz.

Bin ya da iki bin yıl önceki primitif toplumların fantezi dünyasını devreye sokmakla ne kazanıyoruz, bilmediğimiz gerçeğini nasıl telafi etmiş oluyoruz, anlayabilmiş değilim.

HALİM – Maddi dünyanın kuralları çerçevesinde maddi dünyanın başlangıcını açıklayamayız. O halde maddi dünyanın başlangıcını gayri-maddi, ya da bir başka deyimle doğaüstü bir amile bağlamak mantıklı değil mi?

SELİM – Diyelim ki öyle olsun. Sözünü ettiğiniz gayri maddi şey ile – pardon, “şey” diyemeyiz, çünkü şey, maddi bir varlığı ima eder…

HALİM – “Kuvvet” diyelim.

SELİM – Kuvvet de diyemeyiz, o da maddi dünyaya ait bir kavramdır; bir “şey” ile başka bir şey arasındaki ilişkiyi ifade eder. “Varlık” desek gene olmaz. Maddi olmayan, doğada yer almayan, evrenin bir parçası olmayan varlık olmaz. Her varlık tanım gereği evrenin parçasıdır, dolayısıyla evreni yaratan şey bir varlık olamaz.

HALİM – “Mevcudiyet” desek?

SELİM – Hiç olmaz, mevcudiyet vücut demektir. Mevcut olan her şeyi yaratan bir faktörden söz ediyorsunuz. Korkarım ki önerdiğiniz şey, insanoğlunun adlandırmaktan veya anlamlı bir cümle içinde kullanmaktan dahi aciz olduğu bir soyutlama; sadece negatiflerle tanımlayabileceği bir mantıki konstrüksiyon. “Köşesiz üçgen” ya da “eksi birin kare kökü” ya da “bekâr adamın karısı” cinsinden non-reel bir yapı. İyi de, bunun kitaplarda bahsi geçen, emreden, kızan, kayıran, yakan, kurtaran, elçiler gönderen, Şebinkarahisar’daki kızın donuna kadar karışan tanrıyla herhangi bir mantıki bağı yok ki? Hiçbir tanımlanabilir içeriği olmayan soyut bir kavram, o kadar. Yahudi nebilerinin yahut Muhammed’in “tanrı” derken böyle bir soyutlamayı kast ettiklerini hiç sanmıyorum. Yani, mantıki zorunluluk olduğunu ifade ettiğiniz Evrensel Yaratıcı ile, Yahudi-türevi dinlere mensup toplulukların inanıp ibadet ettiği tanrı arasında, ikisinin de evreni yaratmış olduğu iddiası dışında bir ilgi kurmak mümkün görünmüyor.

HALİM – Yaratıcının kimliğini ve niteliklerini bir yana bırakırsak, yine de evrenin başlangıcı problemini bir evrensel yaratıcı iradeye atıfta bulunmadan çözmek mümkün görünmüyor.

SELİM – Hayır, katılmıyorum. Bir kere “yaratıcı” dediğiniz mantıki konstrüksiyonu var saymakla evrenin başlangıcı problemine bir çözüm getirmiş olmuyorsunuz. Sadece probleme bir basamak daha eklemiş oluyorsunuz. Evrenden önce ne vardı? Yaratıcı, yahut tanrı, her ne ise. Peki ondan önce ne vardı? Onu kim yarattı? Cevap yok.

İkincisi, yaratıcı diye ortaya koyduğunuz şey ne? Bir irade. Benim bildiğim irade biyolojik bir işlevdir. Bakış açınıza göre, ya genel olarak hayvanlar alemine, ya da özellikle insana özgü bir kapasitedir. Olmazsa olmaz birkaç unsuru içerir. Bir, bir algı veya duyu organı. İki, o algıyı işleyen bir merkezi sinir sistemi. Üç, yönelimleri eyleme dönüştüren bir motor mekanizması. Dört, o mekanizmayı besleyen bir enerji kaynağı. İradesi olanın mutlaka gözü, kulağı, beyni, kası ve midesi vardır. Bu unsurları içermeyen bir “irade” nasıl şeydir, ben bilmiyorum, sizin de bildiğinizi sanmıyorum.

Evrende en az on beş trilyon yıldız ve onun birkaç katı gezen cisim olduğunu söylüyorlar. Böyle bir evreni yarattığını ve hatta yönettiğini iddia ettiğiniz mantıki yapının, dünya adlı önemsiz bir gezegende bundan birkaç yüz milyon yıl önce ortaya çıkmış bir sınıf mahlukatın, hatta ancak iki yüz bin yıl önce ortaya çıkmış homo sapiens adlı spesifik bir canlı türünün özelliklerini sergilemesi sizce absürt bir fikir değil midir?

HALİM – Bizim inancımızda dünya sizin söylediğiniz kadar önemsiz bir yer değil. Allah insanı kendi suretinde yarattı, ona eşrefi mahlukat payesi verdi. Dolayısıyla Allah’ın insana değil insanın Allah’a benzemesi söz konusu.

SELİM – Nasıl bir suret bu? İnsanın en temel özellikleri dişi ve erkek – ve hatta bazen trans – olması, bazen zırlayan bir bebek, bazen bunak bir ihtiyar suretinde görünmesi, geceleri uyuması, üç gün aç kalırsa ölmesi, kıçını kaşıması. Allah dediğiniz varlık kendi hangi özelliğine bakıp tasarlamış bunları? Yoksa insanın türlü türlü diller konuşmasını, düşüne düşüne Newton yasalarını keşfetmesini, yalan söylemesini, sucuk fabrikası işletmesini mı kendine benzettirmiş? Maddi olmayan bir varlık kendi suretini nerede görmüş, nasıl algılamış? Aynaya mı bakmış? Suretinde sakal bıyık var mıymış? Kaç gözü varmış? Gözü var mıymış?

Çok basit bir gerçek değil mi sizce? İnsan denilen mahluk hayal kurar, yalan söyler. Zor bir şey değil “yukarıda benim eşim var, bedeni yok, ölmez, ihtiyarlamaz, bunamaz, grip olmaz, benim yapamadığım her şeyi yapar, üstelik bana eşrefi mahlukat payesi verdi, nah bu da belgesi” diye hayal kurması. İnsanların hoşuna gidecek bir hayaldir, gece ateş başında anlatması da zevkli.

HALİM – Suret derken kastedilen şey madde değil bilinç. Sadece tanrıya ve insana mahsus bir şeydir bilinç.

SELİM – Bana bilinçte olup beyinde olmayan tek bir şey söyleyin, sizi ciddiye alayım. Allah’ın beyni mi var? Varsa nerede? Kaç gram?

Varsayalım ki bilinci var, dışarıda nasıl sonuç doğuruyor o bilinç? Motor hücrelerini nasıl kontrol ediyor? Dili mi var? Klavye kullanıyorsa parmakları nerede? Tekme atmaya kalksa hangi ayakla atacak? Sina Dağı’ndan Mekke’ye neyle gidecek?

HALİM – Allah, tanım gereği, kendi kendini var edendir. Skolastiklerin ifadesiyle, özü (essentia) ile varlığı (existentia) bir ve aynı olandır. Dolayısıyla “Allah’ı kim yarattı?” sorusunun bir anlamı yok. Yaratıldıysa eğer Allah değildir.

SELİM – Peki, ben de diyorum ki Kokoş, tanım gereği, köşesi olmayan üçgendir. Demek ki bazı üçgenlerin iç açıları toplamı 180 değildir, sıfırdır. Buna ne dersiniz?

Bir şeyi tanımlamakla o şeyin varlığına ya da olabilirliğine dair bir karine üretmiş olmuyorsunuz. Dilin kemiği yok, istediğiniz kavramları yan yana getirip sonsuz sayıda fantastik bileşim üretebilirsiniz. Misal: Allahsız tosbağa jabberwocky? Bunun özgül niteliklerine dair istemediğiniz kadar hikaye anlatayım size. (Allahsız tosbağa J hem vardır hem yoktur. Var olduğu zaman yok, yok olduğu zaman vardır. Kusturur, susturur, cezp eder. Yeşil ve renksizdir. Her yerdedir. Ayrıca Kansas City’de Beytülmal adlı bir evde oturur…) Fakat anlatı, varoluşu temellendiremez. Ontolojik çıkarımlara zemin oluşturmaz. Skolastiklerin özden varlık kanıtı türetme çabası – ki Descartes da aynı tuzağa düşmüştür – deli saçmasıdır.

“Kendini var eden” kavramı hem mantıken çelişkilidir hem de First Cause (ilk sebep) ya da Chain of Being (varoluş zinciri) argümanlarıyla tanrının varlığını ispatlamaya çalışanları mantıki bir çıkmaza sürükler. Çelişkilidir, çünkü sebep-sonuç, ya da önce-sonra ilişkisi tesis eder. Bir “kendi” var ki kendini var ediyor. Eğer varsa, yeniden var etmesine ne gerek var? Eğer yoksa var olmayan bir şey nasıl iş görüyor?

Kendi argümanınız açısından da intihar niteliğindedir. Evrende hiçbir şeyin kendinden var olamayacağını ileri sürdünüz. Buna istinaden bir ilk sebep arayışına girdiniz. Şimdi o ilk Sebep’in kendinden var olduğunu iddia ediyorsunuz. Demek ki ilk varsayımınız yanlışmış. Tanrı kendinden var olabiliyorsa evren niye olmasın? Evrenin kendinden var olması insan aklı için bir muamma ise, buna “tanrı” adıyla bir ikinci muamma eklemek bize ne kazandırıyor? “Evrenin başlangıcını ve varoluşunu açıklamaktan acizim” diyecek yerde “Bildim, tanrıymış – ama tanrının ne olduğunu açıklamaktan acizim” demenin faydası nedir, araya lüzumsuz ve anlamsız bir kademe eklemekten başka?

Aslında ne elde ettiğimizi pekala biliyoruz, siz de biliyorsunuz. “Acizim” demek alçak gönüllülüktür. “Biliyorum” demek, bildiğinizi iddia ettiğiniz şeyin içi felsefi ve mantıki anlamda tamamen boş da olsa, size siyasi bir avantaj sağlar. Sizin bilme iddiasında olduğunuz şeyi bilmeyeni cahillikle suçlama, ya da sizin bilginizi sorgulamaya kalkışanı küfr ve tuğyan ile itham etme imkanı elde edersiniz. Yani ilk bakışta boş ve anlamsız bir kavram olan tanrınız, gerçekte rasyonel bir işleve sahip olabilir. Ne yazık ki bu işlev bilgiyle, hakikatle ilgili bir işlev değil pragmatik bir araçsallık. Bir psikolojik ve siyasi iktidar aracı.




[1] Gökkuşağı Ejderi’nin (ya da Yılanı’nın) dünyayı yarattığı inancı Avustralya yerlileri arasında yaygınmış. 

0 yorum:

Yorum Gönder

yorumunuzu buraya yazabilirsiniz

 
Back to top!