Şimdi o notları temize çekerken düzeyi tam nerede tutmak gerektiğini kestiremiyorum. Koğuştaki (bazıları ilkokul mezunu olmayan) arkadaşları mı hedeflesem, bu blogda binbir emekle oluşturup korumaya çalıştığımız seviyeyi mi tuttursam?
HALİM – Allah'a inanmadığınızı söylüyorsunuz. Neden?
SELİM – Tanrı ya da tanrılar fikrinin, insanlığın çocukluk çağından kalma bir efsane olduğu kanısındayım. Akıl süzgecinden geçmesine imkân yok.
Duygular ya da semboller zemininde temellendirmeyi önerirseniz size katılabilirim belki. Deseniz ki “Allah bir mittir, dünyama anlam katıyor,” ya da “Allah’a ibadet etmek hayatın gaileleriyle başa çıkmama yardım ediyor,” ya da “Allah olmasa Tac Mahal yahut Bach’ın kantatları olmazdı” kavga edecek mevzu pek kalmaz, bir noktada anlaşırız. Ama kalkıp bana Homeros destanlarında ya da Kuran’da anlatılan tanrıların objektif bir gerçeklik olduğunu, yani bildiğimiz dünyada, bağımsız iradeleriyle somut sebep-sonuç zincirlerine yol açan varlıklar olduğunu söylerseniz gülümsemekten başka bir şey yapamam.
Kusura bakmazsanız burada “ontolojik” tabirini kullanacağım. Yıpratılmış bir terimdir gerçi, ama bildiğim kadarı ile asıl anlamı, “insan algısından bağımsız olarak var olan ya da olduğu varsayılan aleme ait” demektir. İşte o anlamda Zeus veya Yahve veya Allah diye bir şeyin varlığına dair ben inandırıcı en ufak bir delil göremiyorum. Mantıken de o yöndeki iddiaları akıl dışı buluyorum.
HALİM – Allah fikrinin “insanlığın çocukluk çağından kalma bir efsane” olduğunu size düşündüren nedir? Neye dayandırıyorsunuz bu görüşünüzü?
SELİM – İlkel toplumlarda insanlar açıklayamadıkları olguların arkasında birtakım görünmez ve bilinmez canlı varlıkların bulunduğuna hükmetme eğilimindedir. Cinler, periler, ölmüşlerin ruhları, uğrular, vampirler, zombiler bu meyanda sayılabilir. Bunlar tıpkı insanlar ya da tanıdık hayvan türleri gibi, algılayan, düşünen, korkan, öfkelenen, tuzak kuran mahluklardır. Bazıları, aynı anda birden fazla yerde bulunma (bilokasyon) ya da ölümsüzlük gibi, ampirik dünyaya yabancı niteliklerle bezenmişlerdir. Diğerleri tanıdığımız dünyaya daha yakındır: cinsel istek duyarlar, türdeşleriyle kavga ederler, acıkır ve beslenirler, hatta – uzmanların teşhis edebildiği – metabolik artıklarını bırakırlar.
Sizin İbrahimi dinler dediğiniz, benim Yahudi-türevi dinler demeyi tercih ettiğim dinlerin tanrısını, bu ilkel animist inançlar fasilesinin biraz daha soyutlanmış bir versiyonu olarak görüyorum. Kuran tanrısını ele alalım. Bu tanrı görür, işitir, bilir, eli vardır (Ali İmran 73); konuşur, dil öğretir (Bakara 30 vd.), yazı yazar (Nisa 24); sever, merhamet eder, emreder, sabreder, sevdiklerini kayırır, öfkelenir, alınır, kıskanır, kin tutar, intikam alır, sınar, kandırır (Bakara 93), belki kandırılır (A’raf 16), tuzak kurar (Ali İmran 166,178), söz verir, meydan okur, tehdit eder, yarışma düzenler, muhatabını ikna etmek amacıyla delil ikame eder, yemin eder, hakaret eder, vb. Özetle zoomorf ve antropomorf bir varlıktır, yani hayvan ve insan özelliklerine sahiptir. Buna karşılık yeryüzü canlılarının bir dizi standart özelliğinden soyutlanmıştır, mesela türünün tek örneğidir, ölmez, üremez, sözüyle evrenler yaratma kapasitesine sahiptir, enerji tedarik kaynakları meçhuldür, vb.
Şüphe yok ki burada kültür tarihimizde sayısız örneği olan, eski Asur grifon’ları gibi, Çin ejderhaları gibi, ya da Örümcek Adam ve Yarasa Adam gibi, senkretik bir masal canlısından söz ediyoruz. Yeryüzü canlılarının bazı özellikleri alınmış, bunlara keyfi olarak (kuş kanadı + aslan ya da örümcek ağı + insan gibi) başkaları eklenmiş, ampirik dünyada olmazsa olmaz sayılan bazı özellikler keyfi olarak silinmiş, mantıken kabili telif olmayan bir dizi sıfatla tablo zenginleştirilmiştir. Bu tür varlıkları konu alan anlatımlara, yetişkin bireyler nezdinde inandırıcı ise efsane, değilse masal adını veriyoruz.
HALİM – Böyle bir varlığın gerçekle var olmadığı kanısına nereden varıyorsunuz? Sonuçta varoluşun tümünün akli olduğu, ya da akılla sınırlarının çizilebileceği düşüncesi de bir varsayım.
SELİM – Eski Yunan ve Hint tanrılarının nispeten gerçekçi bir masal dünyasının ürünü olduklarını söylemek mümkün. Apollon ya da Ganeşa’da “mantıken imkânsız” diyebileceğimiz unsurlar sınırlıdır. Bu tanrılara yöneltebileceğimiz esas eleştiri gerçekten var olduklarına dair herhangi bir ampirik delil bulunamamış olmasıdır. Ölümsüzlük ve bilokasyon dahi, çok zorlarsanız, ihtimal dairesine sokulabilecek şeylerdir. Eğer dünyada dinozorlar yahut belgesel programlarında gördüğümüz acayip mahluklar olabiliyorsa, Apollon niye olmasın? Olabilirdi, ama bildiğimiz kadarıyla yok.
Yahudi türevi dinlerin tanrısının bunlara ek bir dizi özelliği zikrediliyor. Bir, maddi varlığa sahip değildir. İki, evrensel ve tektir. Üç, evreni yaratmıştır. Dört, kadiri mutlak ve alimi mutlaktır, yani her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. Burada problemler çetrefilleşiyor sanırım.
Birinciden başlayalım. Maddi olmayan bir varlık nasıl görür, nasıl işitir, nasıl bilir? “Görmek” dediğimiz eylem, dünya adı verilen süfli bir gezegende bazı canlı varlıkların özel organlar vasıtasıyla belli frekans aralığındaki elektromanyetik dalgaları algılamasıdır. “İşitmek” keza, özel bir organ yoluyla belli frekans aralığındaki hava titreşimlerini algılamak demek. Alt ve üst sınırı belli kapasiteye sahip bir göz olmadan nasıl görülür? Kulak olmadan ne işitilir? Merkezi bir sinir sistemi olmadan “bilmek” ne demektir? Maddi olmayan bir el nasıl şeydir, kaç parmağı vardır? Allah’ın organları varsa bu organları besleyen enerjiyi nereden ve nasıl tedarik etmektedir? Bırakın evreni yaratmayı, bir sineği şuradan şuraya sürmek için dahi şu kadar joule enerji lazım. Nereden buluyor enerjiyi, eğer nektar ve ambrosia ile beslenmiyorsa? Yoksa yoktan enerji var olmaz diyen Lavoisier yasaları geçersiz midir?
“Konuşmak” intersübjektif bir eylemdir, yani birden fazla özneyi var sayar. Konuşabilmek için aynı dili konuşan başkaları ile ortak bir konvansiyonlar sistemine sahip olmak gerektiğine göre, türdeşi olmayan bir varlık nasıl ve nece konuşur? “Yazı” homo sapiens adlı mahlukun iki yüz bin yıllık tarihinin son beş bin yılında geliştirdiği bir iletişim tekniğidir. Allah kullarıyla haberleşmek için bu yöntemi kullandığına göre teknik yeniliklere açık yapıda biri olduğuna hükmediyoruz. O halde matbaayı ya da interneti tercih etmemesinin sebebi nedir?
Eğer “evren” tabiri ile kastedilen şey “var olan her şey” ise, evren yaratılmadan önce hiçbir şeyin “var” olduğu söylenemez. O halde evreni “yaratmak”, köşesiz bir üçgen gibi, anlamsız bir kavramdır. Hiçbir şey yoksa “yaratan” da yoktur; olmayan bir öznenin eylemini insan aklı kavrayamaz.
“Kudret” nispi bir kavramdır; bir şeyin, direnç gösteren bir başka şeye üstünlüğünü ifade eder. Dolayısıyla hiçbir kudret mutlak olamaz. Aksini iddia edersek, “kadiri mutlak tanrı kaldıramayacağı kadar ağır bir şey yaratabilir mi?” paradoksuna çözüm bulamayız. Kudreti sınırsızsa her şeyi yaratabilmesi lazım, dolayısıyla kendi kudretini aşan şeyleri de yaratabilmesi lazım, demek ki sınırsız olamaz.
Allahın vaadleri, yasaları, emirleri kendisini bağlar mı? Bağlarsa kadiri mutlak değildir, iradesi sınırlanmıştır; bağlamazsa tanrı ve evren hakkında hiçbir şey bilemeyiz. Yarın canı isterse Kuran’ı da iptal eder, on emri de iptal eder, kıyameti de lağv eder, tıpkı Musa için bileşik kaplar yasasını iptal edip denizi yardığı gibi.
Benzer bir mantıki çıkmaz alimi mutlak (omniscient) kavramı için geçerlidir. Her şeyi önceden biliyorsa insanın özgürlüğü, dolayısı ile sorumluluğu diye bir şey olamaz. Onu bırakın bir kenara, tanrının özgürlüğü diye bir şey olamaz. Her şey eğer önceden belliyse tanrının “vaz geçtim” deme şansı yoktur, “bakalım neymiş” deme hakkı yoktur. Aslında yönetici ve karar verici bir tanrıya gerek yoktur, madem her şey önceden ayarlanmış. Herhangi bir konuda karar vermesi icap ediyorsa demek ki henüz karar verilmemiş, sonucu bilinmiyor. Demek her şeyi bilmiyor.
HALİM – Allah’a atfedilen zoomorfik ve antropomorfik nitelikler şüphesiz mecazen kastedilmiş olabilirler.
SELİM – Tabii, olabilir. Ona şüphe yok. Ama tutarlı olmak için Allah’a atfedilen niteliklerin bir kısmının mecaz olduğunu kabul etmek yetmez, tümünün mecaz olduğunu kabul etmemiz gerekir. Gözü, kulağı, eli mecaz ise, öfkesi, emri, merhameti, yasağı, kini ve cezası da mecaz olmalıdır. Çünkü bunlar da belli canlılar grubuna (insana ve belki yüksek memelilere) has davranış formlarıdır. Akciğeri ve bronşları olmayan bir varlığın öfkesini ben şahsen gözümün önüne getiremiyorum. Emredenin iletişim araçlarına, iyi bir hafızaya ve asileri yola getirecek kas gücüne ya da teşkilata sahip olması gerekir. Merhameti varsa eminim hormonları ve üreme organları da vardır.
Mecazi yaklaşımda benim itiraz edeceğim bir şey yok. Özetle diyorsunuz ki Allah hakkında ontolojik anlamda “gerçek” olan hiçbir şey söyleyemeyiz; Allah’a ilişkin ifade edebileceğimiz her şey mecazdır, adı ve mevcudiyeti dahil olmak üzere. O halde gerçekliği Allah’a istinat eden her şey, mesela cennet ve cehennem, melek ve şeytan, vahiy ve risalet, kıyamet ve yargı da ancak mecaz olabilir. Kuran da sonuçta edebi bir fantezidir.
Bu görüş bana uyar. Benim söylediğim de bundan çok farklı bir şey değil zaten. Yalnız bir uyarı daha yapmama izin verin. Şöyle ifade edeyim: Gerçek anlamda mecaz, insanın bilebileceği ve kavrayabileceği bir şey ile, bilip kavrayabileceği bir başka şey arasında kurulan köprüdür. Bilinmesi ve kavranması prensip olarak mümkün olmayan bir şeyin mecazı da olmaz. Tek ayaklı bir köprüdür, öbür ucu boştur. “Hah, bu mecaz sayesinde şunu kavradım” dediğiniz zaman kendinizi kandırıyorsunuz, çünkü antropomorf ve zoomorf olmayan (yani görmeyen, bilmeyen, sevmeyen, emretmeyen, konuşmayan …) bir tanrı hakkında bilebileceğiniz hiçbir şey yoktur. Sonlu olanla sonsuz arasında aşılmaz bir uçurum bulunur. Binaenaleyh Kurani mecazların bizi tanrısal aleme bir adım dahi olsa yaklaştırdığını söyleyemeyiz. Kuran eğer edebi bir fantezi ise, ancak bu dünyaya ait bir edebi fantezidir. Vaadettiği cennet, bu dünyaya ait bir cennettir – belki psikolojik ve manevi, belki siyasi ve ekonomik, fakat her halükarda gayet insani bir cennet.
HALİM – Peki Allah’ın yokluğunu kanıtlayabilir misiniz?
SELİM – Hiç uğraşmam, vakit kaybı olarak görürüm. Bir şeyin yokluğunu mantıki kesinlikle ispatlamanın ne kadar zor bir problem olduğunu her mantıkçı ve her polis dedektifi bilir.
Satürn’ün yörüngesinde antika porselen bir çay takımı var mı? Dünyadaki sineklerden herhangi birinin kanadında Kuranı Kerim yazılı mıdır? Olmadığından yüzde yüz eminim. Ama bunu kanıtlamak için kılımı kıpırdatmam; bir dakikamı bile harcamaya değer görmem.
HALİM – O halde duruşunuza ateizm değil agnostizm desek daha doğru değil mi?
SELİM – Agnostizm kavramının günümüzde yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Terimi doğru tanımlarsak, duruşumun gayet tabii hem agnostik hem ate olduğunu görürsünüz.
Agnostik tabirini 19. yüzyılda Oxford'da ilk ortaya atan Theodore Huxley “Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, bulunca haber veririm” gibi abes bir şey kastetmemiş. “Tektanrılı dinlerin tanrısı mantıken bilinemez” demiş, ve bunun mantıki ve kaçınılmaz sonucu olarak, o tanrı hakkında herhangi bir şey bildiğini iddia eden herkesin yalan konuştuğuna hükmetmiş. Onun tanımlayıp adlandırdığı agnostizm “bilmiyorumculuk” değildir, “bilinemezcilik”tir . Son derece radikal bir tavırdır.
Varlığı var eden ve yok etme gücüne sahip olan “şey” hakkında doğru olan hiçbir önerme kuramazsınız. Mekân ve zamanda sınırlı olmayı ima eden hiçbir sıfat atfedemezsiniz. Oysa insanoğlunun bildiği ve kavrayabildiği tüm sıfatlar zaman ve mekân içinde sınırlı olmayı ima eder. Allah şunu yaptı, şunu istedi, şunu emretti şeklindeki sınırlayıcı beyanların tümü a priori yanlıştır. Bilemeyeceğin bir şey hakkında beyanda bulunamazsın.
Ateizm yalnızca “yoktur” diyor. Yoktur demek “mantıken olabilir” ihtimaline açık kapı bırakır, ya da en azından bırakabilir. Mesela "kilerde kedi yok" dediğiniz zaman, teorik olarak kilerde kedi olabileceğini kabullenmiş olursunuz. Bu anlamda agnostizm o kapıyı da kapatıyor. "Kilerde wcjjjxkfg;; var mı yok mu bilemem, çünkü söylediğiniz şeyin bir manası yok" diyor, meseleyi temiz bir sonuca bağlıyor.
(devamı var)
0 yorum:
Yorum Gönder
yorumunuzu buraya yazabilirsiniz